1. tavandaki ucuz fosforlu plastik yıldızları / annemin beni bahane gösterip de kendine aldığı hediyelerden, tıpkı o küçük yeşil vosvos gibi / izlediğim bir gece. gözyaşlarım yastığı ıslatmış, yanağımı o tuzlu ve sıcak lekeden uzak tutmaya çalışıyorum.
    neden ağladın? işte bu tehlikeli soru. içimdeki yok olmak bir yana gitgide büyüyen kara delik, her gün umutlarımla, hayallerimle ve en önemlisi geçmişimle güzelce beslediğim;
    sanırım o sorumlusu.
    karanlığın ortasından biraz ilerideki o minik ışık huzmelerine koşuşlarım. zor yollardan geçtim de hep ulaştım onlara.
    o ışık huzmeleri ki hepsi birer göz yanılsamasıymış işte.
    yalnızlık ve hüzün, çok zehirli bir karışım, bazen fiziksel anlamda midemi bulandırır. şakalaşırken aslında istenerek biraz sert atılan bir yumruk yemiş gibi.
    yersiz ve zamansız çıkagelen karabasanlar. vasat bir sit-com izleyip de gülerken, haftalardır bitiremediğin o romanı okurken, babanın hiç sevmediği yemekten yerken iğrenç bir boğaz düğümlenmesi gibi semptomlarla gelirler. kimi akşam eve dönüşlerinde, nedenini anlayamadan kafamı atkıma gömüp hıçkırıklarım duyulmasın diye kendimi sıkıp da boğazımın yandığını hissedene dek gitmezler.
    neden çok yorgunum, neden hep yorgunum?
    güzellik, iyilik var dünyada yok değil. ama bizim payımıza neden düşmez, benim payıma neden düşmez?
    saçma sorular.
    hayır anne nankör değilim. şükür yalnızca kötü bir kandırma mekanizması.
    saçma avuntular.


    şimdi gecenin bu saati daha karanlıktır; hiçbir şey iyiye gitmez de her şey derine iner, düğüm olur.
    ve o şarkının sözleri döner durur aklımda.

    "yaşamak bu değil, bir şeyler yapmalı."
  2. mekanlarla kurduğumuz ilişki ne tuhaf, rastgele şekillendirilmiş tahta ve kumaş parçalarının zihnimizde tetiklediği hisler nasıl bu denli kuvvetli olabiliyor diye soruyorum kendime. çok insanlarla çok evler değiştirdik bu güne dek, süregelen bu uzun ve sarsıntılı yolculuklardan süzülüp kalan ben ve annem şimdi. kaçılan yerler, sığınılan yerler, yuva dediklerin ve tutsak hissettiklerin... lojmandaki evin turuncu duvarlarını anımsıyorum, mutfağın kapısına astığımız o boncuklu tuhaf şeyi, pek severdim, kapının kenarına yeşil süslü tokalarımla bağlamıştık. saça bağlanamayacak kadar genişlemiş lastiği şimdi ne alakasız bir iş için kullanılıyordu her dokunuşumda garipsedim. uzun ince koridordan koşarak geçişlerim, köşedeki halıda kayıp yere düşüşlerim, salonun duvarındaki kan lekeleri, lekeleri örtmek için asılmış ucuz bir "kaplumbağa terbiyecisi" taklidi ve daha çok şeyler, hepsi hatırımda.
    tuhaf bir mesele için eski mahallemize gittik bugün, yıllar evvel kaybettiğim anneannemin evinin olduğu sokak, annemin büyüdüğü benimse çocukluğumun bir kısmını geçirdiğim sokak. anneannemin evine girdik, kiracılar çıkmış ve ardında yalnız eski püskü bir dolap bırakmış. odaları yavaşça gezdim, her eşyayı tek tek anımsadım, anneannemin kokusunu yine duydum.
    "o işlemeli tahta saat burada asılıydı!"
    "bak anne, sevdiğim döşek tam da buradaydı!"
    "bayramlarda toplandığımızda ben ve ablamlar şu köşede otururduk, hatırladın mı?"
    ne geldiyse aklıma sıraladım, çocukça bir neşeyle koşuşturarak, parmağımla işaret ederek, görgülü kızlar parmaklarıyla işaret etmez derdi teyzem, olsun. şimdi sisli bir akşamüstünün karanlığında, mutsuz bir renge boyanmış duvarları ve yenilenmiş parkeleriyle bu ev yabancı bir evdi belki, başka hayatlar ve insanlar gelip geçmiş, başka anılar serpmişti yerlere. bense girer girmez 11 yıl önceki o kurban bayramındaydım, bütün ailenin toplandığı kalabalık bayramlardan. sarı ışık, anneanne evi sıcaklığı, eski eşyalar, dev yorganlar, kahverengi kadifeden bayramlığım hepsi gözümün önündeydi. kuzenlerimin kahkahaları, teyzemlerin kavgaları, anneannemin "kız hele gel buraya" deyişi kulaklarımdaydı.
    annem tek kelime etmedi, gözleri doldu gördüm sonra sonra. utandım düşüncesizliğimden, annem geçmişi anımsamayı sevmez, yaraları deşilirdi bilirim.
    çıktık sonra, büyük salonlu, duvarları kansız ve odaları babamsız yeni evimize geldik. çay demledik.
    mekanlarla kurduğumuz ilişki diyordum, ne tuhaf.